KISSADAN HİSSELER

GÜLBAHÇELİ

Kayıtlı Üye
Katılım
4 Mar 2020
Mesajlar
1,542
Tepkime puanı
2,623
Puanları
112
YAKIŞANI YAPMAK
Zamanın birinde adamın birisinin eşeği yolda çamura batmış. Oldukça sulak olan araziden eşeğini bir türlü çıkaramayan gariban köylü, öfkeyle hem eşeğe hem Padişaha sövmeye başlamış. Tam o sırada tesadüfen ordan geçmekte olan Padişah, köylünün söylediklerini duymuş. Maiyetindekiler hemen, Padişaha küfreden kişinin kellesinin vurulması gerektiğini söyleseler de Padişah onlara kulak asmamış, içinden;
‘Ne ister ki benden? Ben mi batırdım eşeğini çamura? Hele bir soralım demiş.
Köylüyü getirmişler padişahın huzuruna,demişler: ‘Anlat bakalım, nedir bu celalli halin? Ne diye küfredersin kudretli Hükümdara?’. Köylü korkmuş, sıkılmış, kapanmış Padişahın eteğine, af dilemiş çaresizce. Görenler iç geçirmişler haline, demişler:’Yakındır kellesine veda etmeye’. Ama öyle olmamış, Padişah, bekledikleri gibi vurun dememiş kellesini, üstelik affetmiş bu gariban köylüyü. Şaşırmışlar görenler. Nasıl oldu da affetti diye meraklanmışlar. Önce sormuşlar köylüye: Niye küfür ediyordun Padişaha? Çok sinirliydim demiş gariban köylü. O anda kendime yakışanı yapıyordum. Peki demişler nasıl oldu da affetti Padişah seni?O ‘da aynısını yaptı demiş köylü. Yani? Yani O da kendisine yakışanı yaptı…
ALINTIDIR
 

GÜLBAHÇELİ

Kayıtlı Üye
Katılım
4 Mar 2020
Mesajlar
1,542
Tepkime puanı
2,623
Puanları
112
PARLAYAN KILIÇ
Venedik elçisi Antonio Jüstiniani, Yavuz Sultan Selim’in huzuruna girer. Yeri öpüp itimatnamesini sunar, görüşmesini tamamlar.
Ülkesine döndüğünde herkes, adeta bir ütopya medeniyetinin sultanı gibi gördüğü, hayalinde canlandırmaya çalıştığı Cihan Padişahı Sultan Selim Han ‘ın nasıl birisi olduğunu sorar:
— Göremedim, der Jüstiniani…
Merak ederler :
— Odasına girdiğin, yanına kadar gitiiğin halde nasıl göremedin?
Jüstiniani şu müthiş itirafda bulunmak zorunda kalır:
— Kılıcı öyle parlıyordu ki, yüzüne bakamadım.
Venedik elçisinin bu sözlerini duyan haşmetli hünkar:
— Paşalarım, der. Osmanlı ‘nın kılıcı parladığı sürece düşmanların başı daima öne eğik kalır. Amma Allah korusun, bu kılıç bir kınına girerde paslanmaya başlarsa, o zaman işte bu kafalar yavaş yavaş dikilir ve bize bir gün yukardan bakar.
ALINTIDIR
 

GÜLBAHÇELİ

Kayıtlı Üye
Katılım
4 Mar 2020
Mesajlar
1,542
Tepkime puanı
2,623
Puanları
112
DENİZ YILDIZI
Gece denizde fırtına çıkmış, deniz yıldızları sahile vurmuşlar. Bir genç, deniz yıldızlarını teker teker alıp tekrar denize atıyormuş. Yanına bir ihtiyar yaklaşmış. Yüzlerce metre uzunluğundaki sahili göstererek :
— Evladım, sahil çok uzun ve deniz yıldızları da sayılamayacak kadar çok. Sen, bu kadar deniz yıldızından kaç tanesini denize atabileceksin ve ne değişecek? demiş.
Genç adam önce sahili sonra ihtiyarı süzmüş.
— Haklısın, demiş ve eline aldığı bir deniz yıldızını ihtiyara göstererek eklemiş :
— Ama bunun için çok şey değişecek…
ALINTIDIR
 

GÜLBAHÇELİ

Kayıtlı Üye
Katılım
4 Mar 2020
Mesajlar
1,542
Tepkime puanı
2,623
Puanları
112
HABİB BABA
Doğu Anadolu’dan, Habib Baba isimli bir şahıs, 4.Murad devrinde, gemiyle Hacca gitmek için İstanbul’a gelmiş. Fakat ne yazık ki, Hacca giden gemiye yetişememiş. “Bunda da vardır bir hayır” demiş içinden…
Aylarca yol aldığından toza toprağa batmış, yaralar içinde kalmış, uyuz olmuş. Memleketine dönmeden önce güzelce bir yıkanıp temizlenmek amacıyla bir hamama gelmiş.
Yıkanmak istediğini söylediği hamamcıdan red cevabını alınca sebebini sormuş.
Büyük Sultan Murad Han’ın vezirleri vardır hamamda. Kimseyi almamam için emir verdiler, diye cevaplamış hamamcı.
Yıkanmadan bu uyuz illetinden kurtulamayacağını bilen Habib Baba, adeta yalvarmış hamamcıya :
İzin ver evladım, bir köşede yıkanıvereyim. Kimseler farketmez beni.
Hamamcı, yaşlı adamın ısrarlarına dayanamamış, vezirlere görünmeden yıkanması için sıkı sıkı tembihte bulunduktan sonra içeriye almış.
Biraz sonra, hamama, tebdil-i kıyafet, Sultan 4.Murad Han’da gelmiş, yıkanmak istediğini söylemiş. Hamamcı aynı şekilde, tanıyamadığı bu gence de durumu anlatmış, içeri alamayacağını söylemiş. Sultan’ın ısrarları hamamcıyı bir kez daha yumuşatmış, O’nu da sıkı sıkı tembihledikten sonra, Habib Baba’nın yanına göndermiş.
Başlamışlar beraberce yıkanmaya. Birbirlerine su döküyor, sırayla sırtlarını keseliyorlarmış. Bir ara 4.Murad ihtiyarın düşüncelerini öğrenmek amacıyla sormuş:
Sen de istemez miydin baba şöyle vezir olmayı? Baksana koskoca hamamı kapatmış, gönüllerince yıkanıyorlar. Biz ise şu daracık alanda debelenip dururuz. A be evladım, demiş Habib Baba. Böyle vezir olacaksında ne olacak?

Şu dünyada öyle bir Sultana vezir olacaksın ki, vezirlerinin bile karşısında tir tir titrediği Sultana, senin uyuzlu sırtını keseletsin…

ALINTIDIR
 

GÜLBAHÇELİ

Kayıtlı Üye
Katılım
4 Mar 2020
Mesajlar
1,542
Tepkime puanı
2,623
Puanları
112
ŞEYH EDEBALİ’NİN OSMAN BEY’E NASİHATI
İnsanlar vardır , şafak vaktinde doğar , akşam ezanında ölürler.
Avun oğlum , avun…güçlüsün , kuvvetlisin , akıllısın , kelamlısın ama bunları nerede ,nasıl kullanacağını bilemezsen,sabah rüzgarında savrulursun gidersin.
Öfken ve nefsin bir olup aklını yener.daima sabırlı , sebatlı ve iradene sahip olasın… Dünya senin gözlerinin gördüğü gibi büyük değildir.
Bütün fethedilmemiş sırlar , bilinmeyenler , görünmeyenler senin fazilet ve erdemlerinle gün ışığına çıkacaktır.
ananı , atanı say… Bereket büyüklerle beraberdir.
Bu dünyada inancını kaybedersen yeşiller çorak olur, çöllere dönersin.
Açık sözlü ol , her sözü üstüne alma… Gördün söyleme , bildin bilme.
Sevildiğin yere sık gidip gelme. Kalkar muhabbetin,itibar olmaz.
Üç kişiye acı :cahiller arasındaki alime
zengin iken fakir düşene,
hatırlı iken itibarını kaybedene.
Unutma ki , yüksekte yer tutanlar aşağıdakiler kadar emniyette değildir…
Haklı olduğunda mücadeleden korkma!
Bilesin ki atın iyisine doru , yiğidin iyisine deli derler…
ALINTIDIR
 

GÜLBAHÇELİ

Kayıtlı Üye
Katılım
4 Mar 2020
Mesajlar
1,542
Tepkime puanı
2,623
Puanları
112
NECİP FAZIL KISAKÜREK ‘ TEN GENÇLİĞE HİTABE
Bir gençlik, bir gençlik, bir gençlik…
“Zaman bendedir ve mekân bana emanettir!” şuurunda bir gençlik…
Devlet ve milletinin büyük çapa ermiş yedi asırlık hayatında ilk iki buçuk asrını aşk, vecd, fetih ve hakimiyetle süsleyici; üç asrını kaba softa ve ham yobaz elinde kenetleyici; son bir asrını Allah ‘ın, Kur’an ‘ında “belhüm adal” dediği hayvandan aşağı taklitçilere kaptırıcı; en son yarım asrını da işgal ordularının bile yapamayacağı bir cinayetle, Türkü madde plânında kurtardıktan sonra ruh plânında helak edici tam dört devre bulunduğunu gören… Bu devreleri yükseltici aşk, çürütücü taklitçilik ve öldürücü küfür diye yaftalayan ve şimdi, evet şimdi…
Beşinci devrenin kapısı önünde dimdik bekleyen bir gençlik…
Gökleri çökertecek ve son moda kurbağa diliyle bütün “dikey” leri “yatay” hale getirecek bir nida kopararak “Mukaddes emaneti ne yaptınız?” diye meydan yerine çıkacağı günü kollayan bir gençlik…
Dininin, dilinin beyninin, ilminin, ırzının, evinin, kininin, kalbinin dâvacısı bir gençlik…
Halka değil, Hak’ka inanan, meclisinin duvarında ” Hakimiyet Hak’kındır ” düsturuna hasret çeken, gerçek adâleti bu inanışta bulan ve halis hürriyeti Hak’ka kölelikte bilen bir gençlik…
Emekçiye ” Benim sana acıdığım ve seni koruduğum kadar sen kendine acıyamaz, kendini koruyamazsın.! Ama sen de, zulüm gördüğün iddiasıyla, kendi kendine hakkı ezmekte ve en zalim patronlardan daha zalim istismarcılara yakanı kaptırmakta başı boş bırakılamazsın! ” diyecek…
Kapitaliste ise ;” Allah buyruğunu ve Resul emrini kalbinin ve kasanın kapısına kazımadıkça serbest nefes bile alamazsın! ” ihtarını edecek… Kökü ezelde ve dalı ebedde bir sistemin, aşkına, vecdine, diyalektiğine, estetiğine, irfanına, idrâkine sahip bir gençlik…
Bir buçuk asırdır türlü buhranlar içinde yanıp kavrulan ve bunca keşfine rağmen başını yarasalar gibi taştan taşa çalarak kurtuluşunu arayan batı adamının bulamadığı, Türk’ün de yine bir buçuk asırdır işte bu hasta batı adamında bulduğunu sandığı şeyi, o mübarek oluş sırrını, her sistem ve mezhebe ortada ne kadar illet varsa tedavisinin ve ne kadar cennet hayâli varsa hakikatinin, İslâm ‘da olduğunu gösterecek ve bu tavırla yurduna, İslâm âlemine ve bütün insanlığa numunelik teşkil edecek bir gençlik…
” Kim var? ” diye seslenilince, sağına ve soluna bakmadan fert fert ” Ben varım! ” cevabını verici, her ferdi ” Benim olmadığım yerde kimse yoktur! ” duygusuna sahip bir dâva ahlakını parıldatıcı bir gençlik…
Can taşıma liyakatini, canların canı uğrunda can vermeyi cana minnet sayacak kadar gözü kara ve o nispette usule, stratejiye uygun bir gençlik…
Büyük bir tasavvuf adamının benzetişiyle zifiri karanlıkta, ak sütün içindeki ak kılı farkedecek kadar gözü keskin; ve gerçek kahramanlık mâdeniyle sahtesini ayırdetmekte kuyumcu ustası bir gençlik…
Bugün komik üniversitesi, hokkabaz profesörü, yalancı ders kitabı, demagog politikacısı,çıkartma kâğıdı şehri, muzahrafat kanalı sokağı, takma diş fabrikası, fuhuş albümü gazetesi, mümin zindanı mâbedi, temeli yıkık ailesi, hasılı kendisini yetiştirecek bütün cemiyet müesseselerinden aldığı zehirli tesiri üzerinden atabilecek, kendi öz talim ve terbiyesine memur vasıtalara kadar nefsini koruyabilecek, destanlık bir meydan savaşı içinde ve bu savaşı mutlaka kazanmakla vazifeli bir gençlik…
Annesi, babası, ninesi ve dedesi de içinde olsa, gelmiş ve geçmiş bütün eski mümin nesillerden hiçbirini beğenmeyecek, onlara ” Siz güneşi ceketinizin astarı içinde kaybetmiş marka müslümanlarısınız ! Gerçek müslüman olsaydınız bu hallerden hiçbiri başımıza gelmezdi! ” diyecek ve gerçek müslümanlığın ” nasıl ” ını ve ” ne idüğü ” nü her haliyle gösterecek bir gençlik…
Tek cümleyle, Allah ‘ın, kâinatı yüzü suyu hürmetine yarattığı Sevgilisinin fezâyı bütün yıldızlarıyla manto gibi saran mukaddes eteğine tutunacak, ve O ‘ndan başka hiçbir tutamak, dayanak, sığınak tanımayacak ve O ‘nun düşmanlarını ancak kubur farelerine lâyık bir muameleye tâbi tutacak bir gençlik…
İşte bu gençliği, bu gençliğin ilk filizlerini karşımda görüyorum. Şekillenmesi, billurlaşması için 30 küsur yıldır, devrimbazlık kodamanların viski çektiği kamış borularla kalemime ciğerîmden kan çekerek yırtındığım, paralandığım ve zindanlarda süründüğüm bu gençlik karşısında, uykusuz, susuz, ekmeksiz, başımı secdeye mıhlayıp bir ömür Allah ‘a hamd etme makamındayım. Genç adam! Bundan böyle senden beklediğim şudur: Tabutumu öz ellerinle musalla taşına koyarken, Anadolu kıtası büyüklüğündeki dâva taşını da gediğine koymayı unutma ve bunu tek vasiyetim bil!
Allahın selâmı üzerine olsun…
 

GÜLBAHÇELİ

Kayıtlı Üye
Katılım
4 Mar 2020
Mesajlar
1,542
Tepkime puanı
2,623
Puanları
112
YILAN İLE KÖYLÜ
Zamanın birinde, bir köyde yaşlı ve yoksul bir adam yaşarmış. Köyün koyunlarını otlağa çıkarır, çobanlık yaparak ailesinin geçimini sağlarmış.
Günlerden bir gün, yine koyunlarını otlatırken, her zaman dinlendiği ağacın gölgesinde oturmuş. Kavalını üflerken koyunların otlamalarını izliyormuş. Bir süre sonra, ağacın yanındaki bir delikten bir yılan çıkmış. Kafasını uzatmasıyla çobanın korkup sıçraması bir olmuş. Masal bu ya; konuşmaya başlamış yılan :
-Korkma demiş, yaşlı adama. Kötü bir niyetim yok. Sadece, eğer varsa yanında bir yudum su istiyorum senden, demiş.
Yaşlı adam kendine gelebilmiş neden sonra. Biraz şaşkınlıkla, biraz korkuyla :
-Var, demiş elbette. Uzatmış matarasını yılana.
Yılan kana kana içmiş köylünün verdiği suyu, sonra :
-Bekle demiş, geliyorum şimdi. Ve girmiş tekrar deliğine.
Bizim çoban atamamış şaşkınlığını üzerinden. Acaba rüya mı gördüm diye sorarken kendine kendine, çıkmış tekrar deliğinden yılan, bu sefer ağzında bir altın ile.
Daha bir şaşırmış çoban. Bu da nedir diye soramadan uzatmış altını yılan :
-Al, demiş bu altını. Bana verdiğin suyun karşılığıdır bu. Eğer yine gelir yine su verirsen, ben de öderim bedelini, demiş ve kaybolmuş deliğinde.
Adamcağız şaşkınlığını zor atmış üzerinden. Kalkmış hemen, toplamış koyunlarını dönmüş köyüne. Heyecanla ailesine anlatmış olanları. Çok sevinmiş fukaralar.
Ertesi gün yine gelmiş çoban ağacın yanına. Üflerken kavalını çıkmış yılan deliğinden yine. Uzatmış adam suyu, almış yılandan altını…
Günler bu şekilde gelmiş geçmiş. Çoban her gün yılana su vermiş, karşılığında altını almış, ailesinin geçimini sağlamış. Ama geçen günler yaşlı adamı yormuş, hastalanarak yatağa düşmüş bir gün. Günlerce kalkamamış yatağından. Sonra oğlunu çağırmış yanına bir gün. Ağacın yerini tarif etmiş :
-Git bekle orda, demiş. Bir yılan çıkacak delikten. Sakın korkma, dostumuzdur o bizim. Benim hasta olduğumu söyle, ona su ver ve sana vereceği altını al bana getir, demiş güçlükle.
Çocuk düşmüş yola. Gelmiş ağacın altına. Seslenmiş yılana. Az sonra çıkmış yılan deliğinden. Delikanlı, olanları anlattıktan sonra, uzatmış matarasını yılana. Suyu içmiş yılan, bekle diyerek, tekrar dalmış deliğine her zamanki gibi. Ama dedik ya çocuk bu. Aklına düşüvermiş bir hinlik :
Demek ki, demiş kendi kendine, yılanın yuvası altın dolu. Öyle ya bunca zamandır babama altın verdiğine göre. Neden her gün her gün gelip gideyim ki? Öldürüvereyim şu yılanı alayım altınların tamamını. Hemen kapmış yerden bir taş. Yılan çıkınca delikten fırlatmış bütün gücüyle. Ama taş gitmiş yılanın kuyruğunu koparmış, can havliyle fırlayan yılan da çocuğu bacağından ısırmış. Yılanın zehiri, oracıkta öldürüvermiş cahil çocuğu…
Aradan zaman geçmiş, eve dönmeyen oğlunu merak etmiş babası. Güçlükle kalkmış hasta yatağından varmış ağacın altına. Oğlunun cansız bedeni kahretmiş yaşlı köylüyü. Ağlamalarını duyan yılan çıkmış deliğinden, anlatmış olanları. Adamcağız hak vermiş yılana, bir daha yanmış, cahilliğinin kurbanı olan oğluna. Almış götürmüş çocuğu köyüne, defnetmiş mezarına.
Yaşlı adam birkaç gün sonra tekrar gelmiş yılanın yanına :
-Benim oğlan, demiş bir cahillik etti, canıyla ödedi. Gel biz barışalım unutalım her şeyi, dost olalım eskisi gibi.
Ama yılan yanaşmamış köylüye. Bu sefer içmemiş verdiği suyu, vermiş ama cevabını :
Yok demiş olmaz artık. Sende bu evlat acısı, bende de bu kuyruk acısı varken artık dost kalamayız biz senle. Var git demiş, sen köyüne, ben deliğime…
 

GÜLBAHÇELİ

Kayıtlı Üye
Katılım
4 Mar 2020
Mesajlar
1,542
Tepkime puanı
2,623
Puanları
112
Padişahın biri veziriyle birlikte tebdil-i kıyafet gezintiye çıkmış. Tebaası nasıl yaşıyor, nasıl geçiniyor, sıkıntıları neler görmek istemiş. Gezi sırasında bir köye gelmişler. Küçük, şirin bir evin önünde oturmuş, örgü ören bir genç kız görmüşler. Padişah kızın yanına yaklaşıp sormuş:

- Merhaba kızım. Baban evde mi?

Kız: - Babam evde yok! Azı çok etmeye gitti.

Padişah: - Annen evde mi?

Kız: - Annem de evde yok! O da biri iki etmeye gitti.

Padişah: - Kızım eviniz çok güzel ama bacası eğri.

Kız: - Bacası eğridir ama dumanı doğru tüter.

Padişah: - Sana bir kaz yollasam yolar mısın?

Kız: - İzninizle en ince tüylerine kadar yolarım!

Padişah kıza "Öyleyse selametle kal!" deyip, veziriyle tekrar yola koyulmuş. Saraya varınca padişah vezirine sormuş:

- Kız ile ne konuştuğumuzu anladın mı?

Verzir:

- Doğruyu söylemek gerekirse anlamadım padişahım, demiş.

Padişah:

- O hede tez vakitte git öğren! Yoksa seni vezirlikten azlederim! demiş.

Vezir telaşla fırlamış. "Nasıl öğrenirim?" diye düşünürken, en iyisi ilk ağızdan bilgi almak deyip, gitmiş padişahın konuştuğu kızı bulmuş. Vezir:

- Aman kız, hanım kız!... Biz bu gün yanımda biriyle senin yanına gelmiştik. Yanımdaki kişi senle sohbet etmişti. O sohbette konuştuklarınız ne anlama geliyordu? Onları bana bir deyiver. Dile benden ne dilersen.

Kız:

- Konuştularımızı açıklarım ama her cevap için on altın isterim, demiş.

Vezir kabul etmiş. Kız anlatmaya başlamış:

- O amca bana babamı sorduğunda "Azı çok etmeye gitti" demekle; babamın çiftçi olduğunu, tarlaya tohum ekmeye gittiğini anlatmak istedim.

Vezir on altını vermiş, kız devam etmiş:

- O amca annemi sorduğunda "Annem biri iki etmeye gitti" demekle; annemin ebe olduğunu, doğum yaptırmaya gittiğini anlatmak istedim.

Kız vezirden on altın daha alıp devam etmiş:

- Amca "Eviniz çok güzel ama bacası eğri" demekle; benim güzel olduğumu ama gözelerimin şaşı olduğunu söyledi. Ben de "Bacası eğridir ama dumanı doğru tüter" diyerek; şaşıyım ama gözlerim iyi görür demek istedim.

Vezir kıza on altınını verip hemen atılmış:

- Peki ya "Sana bir kaz yollasam yolar mısın?" ne demek?

Kız tebessüm edip açıklamış:

- O kaz da sizsiniz, demiş. Bunları öğrenmek için bana onlarca altın verdiniz!...
 

eski

VİP Üye
Katılım
22 Şub 2021
Mesajlar
37
Tepkime puanı
107
Puanları
32
Yaş
58
Konum
İstanbul - Sakarya
Rabbimizin bize verdikleri için şükredelim.
Sahip olduğumuz her anın , her şeyin , görebildiğimiz , dokunabildiğimiz, hissedebildiğimiz, yaşayabildiğimiz, sevebildiğimiz yada sevemediğimiz her şeyin bizler için bizlere sunulan değerli birer nimet olduğunun bilincinde olalım ... Yaşadığımız her anın değerli olduğunun bilincinde olalım. sahip olduklarımızın değerli olduğunun bilincinde olalım. Yapabildiklerimizin ne kadar değerli olduğunun bilincinde olalım. Ailemizin , eşimizin dostumuzun tanıdıklarımızın değerli olduğunun bilincinde olalım. Rabbimizin bize verdiklerini sevelim , değerini bilip verene şükredelim.
An gelir... Yaradanın verdikleri için buraya kadarmış dersin. sağlığın bitmiştir, yürüyemezsin kendi ihtiyaçlarını karşılayamaz ve kendi bakımını yapamazsın, Yemek yiyemezsin su içemezsin. serumlarla ilaçlarla yaşarsın , tuvaletini yapamaz değişik yollarla boşaltılırsın. Sevdiğn sevmediğin insanların , maddelerin nesnelerin olayların , yerlerin yaşantıların anların mekanların yiyeceklerin , olayların vs vs. kısaca sahip olduğun beğendiğin yada beğenemediğin her şeyin ne kadar değerli olduğunu anlarsın.
Kaybetmeden değerini bilelim Şükredelim.
 

GÜLBAHÇELİ

Kayıtlı Üye
Katılım
4 Mar 2020
Mesajlar
1,542
Tepkime puanı
2,623
Puanları
112
Padişahlardan biri; çok çalışkan, çok faal başvezirini hakkında çokça yayılan dedikodular yüzünden azletti. Emeklerine karşılık olarak da emir verdi:

- Ülkeye için çok hayırlı işler yapmışlığın vardır. Şöyle güzel, toprağı bereketli ve kalkınmış bir köy beğen; orayı sana vereyim. Ailenle, akrabalarınla beraber orada yaşarsın.

Vezir:

- Hünkarım, kerem buyurdunuz, lütfettiniz!... Ancak izniniz olursa ben kalkınmış bir köy değil, virane bir köy isterim. Orada hem oturayım, hem de orayı imar edip düzenini kurayım.

Diye ricada bulundu... Padişah vezirin isteğini kabul etti ve adamlarına, eski başvezirin oturması için virane bir köy bulunmasını emretti.

Hükümdarın adamları ülkeyi en ücra yerlerine kadar dolaştılar fakat başvezirin istediği gibi imara muhtaç bir yer bulamadılar. Bunu da gelip hükümdara haber verdiler. Padişah eski başvezirini tekrar huzuruna çağırttı:

- Ülkede istediğin gibi virane bir yer yokmuş. Ne yapacağız şimdi?

Eski başvezir:

- Efendimiz, ben ülkenizde virane bir yer olmadığını zaten biliyordum. Çünkü; ben uyku ve istirahatımı terketmek, gecemi gündüzüme katmak pahasına ülkenin her yanını bizzat imar ettirdim. Amacım bunu sizin de öğrenmenizdi. Ayrıca uyarmak istedim ki; benim yerime atayacağınız başvezir, ülkenizin bugünkü durumunu daha ileriye götürmese bile geriletmesin.

Eski başvezirin açıklamasından sonra büyük bir hata yaptığını anlayan padişah; azlettiği başveziri hemen tekrar eski görevine atadı.



İstanbul'un Laleli semtini bilirsiniz. Laleli'de yine bu isimle anılan tarihi bir cami vardır. Bu semt ve cami hakkında anlatılan ilginç de bir öykü vardır.

Laleli Camii'ni Sultan III. Mustafa yaptırmıştır. Sultan Mustafa bu camii yaptırırken; bu semtte Laleli Baba namında bir din büyüğünün yaşadığını, gerçek bir mürşit olduğunu, hikmetli sözler söylediğini öğrendi. Padişah bu zatla görüşmek, söz ve sohbetinden yararlanmak istedi. Cami inşaatını denetlemeye geldiği bir gün, adamlarına Laleli Baba ile görüşmek istediğini bildirip davet ettirdi. Padişahın buyruğu hemen Laleli Baba'ya ulaştırıldı. O da hemen davete icabet etti.

Uzun uzun sohbet ettiler. Padişah, Laleli Baba'nın sohbetinden çok memnun kaldı. İçinde bu zatla sık sık görüşme arzusu uyandı. Laleli'den ayrılacağı sırada, Laleli Baba'ya son bir soru sordu:

- Efendi Hazretleri, bu dünyada en güzel şey nedir acaba?

Laleli Baba cevap verdi:

- Bu dünyada en güzel şey, yiyip içtikten sonra sıkıntısız bir şekilde def-i hacetini (büyük hacetini) yapabilmektir.

Hükümdar bu cevabı hiç beğenmedi. Laleli Baba gibi büyüleyici konuşmalarıyla herkesi etkileyen bir zata da bu cevabı pek yakıştıramadı. Hatta biraz kaba buldu.

Padişah veda ederek maiyetiyle birlikte saraya döndü. Fakat bu ziyaretin ertesi günü şiddetli bir kabızlığa yakalandı. Bir türlü büyük hacetini yapamıyordu. Sarayın bütün ilgilileri ve hekimbaşı seferber oldular. Bilinen bütün tüm ilaç ve yöntemleri uyguladılar fakat fayda etmedi. Padişah kıvranıyordu... Maiyetten birinin aklına Laleli Baba geldi. O belki bu derde bir çare bulabilirdi? Zaten başka denenmedik bir yol da kalmamıştı.

Padişaha danışılıp görüşü alındıktan sonra padişahın adamları hemen Laleli Baba'ya gidip saraya buyur ettiler. Padişah doğum sancısı çeken bir kadından çok daha büyük acılarla kıvranıyordu.

- Laleli Baba söyle sende var mıdır bu derdin bir çaresi? Aman beni kurtar!

Laleli Baba:

- Ben sizi bu dertten kurtarırım kurtarmasına ama o kadar kolay değil. Karşılık olarak ne vereceksiniz?

Padişah:

- Laleli'ye yaptırdığım o camii sana hediye edeyim.

"Yetmez" dedi Laleli Baba. Hanlar, hamamlar... Hatta Sultan Mustafa, Laleli'yi tamamıyla ona vermeyi bile teklif etti. Laleli Baba bir türlü "Tamam", "Yeterli" demiyordu. En sonunda ağzındaki baklayı çıkardı:

- Ben sizi bu dertten kurtarmasına kurtarırım ama karşılığında saltanatı (padişahlığı) isterim.

Padişah kem küm etti ama sıkıntısı büyüktü. "Tamam" dedi. "Varsın saltanat senin olsun." Laleli Baba bir dua yaptı, padişahın sırtını sıvazladı. "Haydi git, kurtulacaksın!" dedi. Gerçekten kısa sürede padişah sıkıntısından kurtuldu. Kurtuldu ama saltanat da elden gitmişti. Şifa bulmanın sevincini, saltanatın elden çıkmasının üzüntüsü gölgeliyordu. Laleli Baba, padişahın üzgün haline anlamlı anlamlı bakıp dedi ki:

- Bir saltanat ki bir def-i hacete değişiliyor... Öylesine ucuz bir saltanat bize gerek değil. Al yine senin olsun!...
 

GÜLBAHÇELİ

Kayıtlı Üye
Katılım
4 Mar 2020
Mesajlar
1,542
Tepkime puanı
2,623
Puanları
112
Baltayı Bilemek

Bir ormanda iki kişi ağaç kesiyormuş. Birinci adam sabahları erkenden kalkıyor, ağaç kesmeye başlıyormuş, bir ağaç devrilirken hemen diğerine geçiyormuş. Gün boyu ne dinleniyor ne öğle yemeği için kendine vakit ayırıyormuş. Akşamları da arkadaşından bir kaç saat sonra ağaç kesmeyi bırakıyormuş.

İkinci adam ise arada bir dinleniyor ve hava kararmaya başladığında eve dönüyormuş. Bir hafta boyunca bu tempoda çalıştıktan sonra ne kadar ağaç kestiklerini saymaya başlamışlar.

Sonuç: İkinci adam çok daha fazla ağaç kesmiş. Birinci adam öfkelenmiş: "Bu nasıl olabilir? Ben daha çok çalıştım. Senden daha erken işe başladım, senden daha geç bitirdim. Ama sen daha fazla ağaç kestin. Bu işin sırrı ne?"

İkinci adam yüzünde tebessümle yanıt vermiş: "

Ortada bir sır yok. Sen durmaksızın çalışırken, ben arada bir dinlenip baltamı biliyordum. Keskin baltayla, daha az çabayla daha çok ağaç kesilir.

"Kendimizi geliştirmek, baltamızı bilemektir. Kendimize zaman ayırıp, yaşamımızı objektif bir bakışla gözden geçirmektir. Zayıf bulduğumuz yanlarımızı geliştirmek için çaba göstermektir. Bu, zihnimizin, ruhumuzun, karakterimizin güçlenmesi için olmazsa olmaz bir koşuldur. Delhi'deki ünlü tapınakta Sokrat’ın şu sözü yer alır: "İnsan Kendini Tanı." Kendini tanımak, şu anda olduğumuz noktayla olmak istediğimiz nokta arasındaki yoldur. Kendini tanımak, kendimizi nasıl gördüğümüz ile başkalarının bizi nasıl gördüğü arasında fark olmaması anlamına gelir. Bireysel ve iş yaşamımızda başarılı, mutlu ve doyumlu olmak istiyorsak, baltamızı bilemek için kendimize zaman ayırmalıyız.
 

GÜLBAHÇELİ

Kayıtlı Üye
Katılım
4 Mar 2020
Mesajlar
1,542
Tepkime puanı
2,623
Puanları
112
Beyaz At ve Hükümdar
Hükümdarın birinin beyaz bir atı varmış. Hükümdar, bu atını çok severmiş. Bir gün bütün maiyetinin ("kendi adamlarının") hazır bulunduğu bir sırada:
- Bu beyaz atımın ölüm haberini getirenin kafasını uçurabilirim. Çok dikkatli olun. Çünkü bu beyaz atı canım kadar seviyorum. Onun ölüm haberi bende kriz geçirtebilir, demiş.
Günün birinde, her şeyin eceli gibi beyaz atın da eceli gelir. Ve beyaz at ölür. Hükümdarın adamlarında bir telaştır kopar. Kimse cesaret edemez ki, beyaz atın ölümünü hükümdara haber versinler. Seyis başı, düşünür taşınır, olacak gibi değil. Ben gidip hükümdara haber vereceğim. Öyle olsa da, böyle olsa da bizim kafa gidecek, der. Ve Seyis başı, hükümdarın huzuruna çıkar:
- Hükümdarım, der. Sizin beyaz at var ya!
- Evet der, Hükümdar. Seyis başı:
- O, yatmış, ayaklarını dikmiş, gözlerini yummuş, karnı şişmiş, hiç nefes almıyor, der. Hükümdar :
- Seyis başı, seyis başı! Desene, bizim beyaz at öldü!..
Seyis başı:
- Aman hükümdarım! Ben demedim, siz dediniz hükümdarım, siz dediniz der ve kafayı kurtarır.
Söyleme şeklimiz bir çok şeyi değiştirir.
 
Üst Alt